21 Ocak 2009 Çarşamba

SON NEFESİMİ SOLU





Saklı kentlerin süvarileriyiz biz unuttun mu?
Ağlama diyorum sana!
Kanarım…yıkılırım…sancılanırım…düşerim…üşürüm…
Ölmek mi istiyorsun? peki önce solu benim son nefesimi.…

Küflenmiş zamanın dişleri arasında yitip giderken rastladım sana…yerle bir edilmiş sokaklarında bir martı can çekişiyordu…kesik kesik nefes alırken soğuyordu bedeni çekiliyordu canı…ılıktı avuçlarıma akan kanı…gözlerinin nemi kan ter içinde bırakıyordu beni…o kanadıkça büyüdü kanatlarım daha sıkı sarıldı ona…yol oldu, iz oldu, düş oldu…şimdi aynı gökyüzünde aynı mavinin peşindeyiz…

ahhh yarası sıcağım…ne çok sevdim o kırılgan kimsenin bilmediği titrek yürek atışlarını,fersiz dizlerinin üstüne çökerken yalnızca Allah’a teslimiyetini…ne çok sevdim adını bilmediğim çiçeklerin açtığı uçurumlarını…derindin ama ben korkmadım kenarlarında dolaşmaktan hatta içine atlamaktan …

İnsan sevdiğine yarasını verir mi?

Evet verir… hem de en çok yarasını verir..çünkü en kıymetlisidir yarası..
herkesten saklarken onları sadece sevdiğine akıtır içindekileri…onda erir onun hücrelerine karışır, yaraları kendiliğinden iyileşir…sonrasındaki hafifliktir işte aşk…

Geciktim belki sana, geldiğimde ellerim soğuk ayaklarım yorgundu ama anla herkes gibi sırtımı dönmek istemiyordum baharına…kanatlarım küçük ama martınınki gibi maviydi düşüm…başlamalıydım bir yerlerden.önce talan edilmiş iklimlerini toparlamalıydım…mevsimlerin olmalıydı kardelenin, çiğdemin, menekşen…sonra yeni tohumlar ekmeliydim topraklarına….küçük kanatlarımla dokundum sana ne güzel açtı goncaların…pınarların kör kuyularını doldurdu…güneş kıskandı parlaklığını…sonra sana bahar geldiğinde demlendim göl/gelerinde…şükür dualarımı okudum yaslanırken kocaman zümrüt yeşili yüreğine…

Yine düştün aklıma…Çay rengi gözlerimden süzülüyor tonlarca ağırlığındaki iki damla…sol yanım uğulduyor…halsiz,küskün içimdeki çocuk kırdı bütün oyuncaklarını…nerdesin şimdi hangi yıldıza bakıp “ bu çoban yıldızı” diyorsun sonrada “yok aslında o bir uydu” diye söyleniyorsun…hangi kuşa anlatıyorsun beni…yine giydim hüzün entarimi, sensizliğin tespihini çekerken kopartıp fırlatıyorum onu sesini astığım duvara…işte çöktü yine dizlerinin üstüne umutlarım…sızılarım arttı…içimde sen,parmaklarımda fesleğen kokusu,saçlarımda akasya çiçekleri …neden susturamıyorum içimde ağlayan çocuğu…

Çaresizlik ne illet bir sancı…ne öldürüyor ne yaşatıyor…söylesene martım..Kırsam bütün sokak lambalarını fark eder mi bir kör için...yada bildiğim bütün yollara döşesem mayınları önemi var mıdır ayakları olmayan biri için…say ki ben bir körüm say ki benim ayaklarım yok…

Senli ne çok resim var gözümde…o resimlerdeki gözleri karşıma alıp ne çok konuşuyorum bir bilsen seninle.sigaranı her yakışın da “içme” diye feryadım hep aynı iç acısıyla…ağrın olduğunu gördüğümde endişeli hala dudak bükmelerim…

Alıp götürmeliyim seni gözlerindeki ülkelere… güneş saçlı,su yüzlü çocuklar var orda…denizler yüzüyor tenimizde, kayıkların hepsi gökyüzünde, uçurtmalar çocuk uçuruyor, kuşlar haylazca sapanla taş atıyor bize, gün döndüler güneşten daha büyük…sen akasya ağaçlarını toplayıp demet yapıyorsun bana…sen ırmakları belime sarıyorsun,ben koşuyorum denizlerine…sen ayaklarıma rüzgarı giydiriyorsun...ben esiyorum dağlarına…sen yağmuru takıyorsun yüzük parmağıma ben yağıyorum her toprağına…kim demiş cenneti görmek için ölmek gerekir diye… alıntı

Hiç yorum yok: